Devlet oldu Cengiz, hukuku alicengiz

Rize-İkizdere’de doğa ve yaşam alanı katliamına direniş 21 Nisan’dan beri aralıksız devam ediyor. Ormanı ve yerini yurdunu cansiperane savunan köylüler yasak tanımıyor, Cengiz İnşaat ise katliamı son sürat sürdürürken, açılmamış taş ocağı için bile kapasite artışı istiyor, hukuku paspas eden alicengiz dolapları çeviriyor. Doğayı, ekolojiyi, bölge halkının yaşam ve geçim alanlarını dinamitleyen projelere, ihalelere hangi hukuki kılıflar uyduruluyor, bütün bunlar nasıl bir siyasal ortamda cereyan ediyor, Karadeniz’in direniş haritası nasıl şekilleniyor? İkizdere direnişinin sembolü haline gelen o ikonik fotoğrafı çeken ekoloji militanı Eren Dağıstanlı’yı ve İkizderelilerin avukatı Yakup Okumuşoğlu’nu dinliyoruz. 

Onlarca askerin karşısına dikilen İkizdereli kadın fotoğrafınız direnişin sembolü haline geldi. “Bir avuç cesur insanın onurlu mücadelesi” notuyla paylaşmıştınız o kareyi. 26 Nisan’daki o ana götürür müsünüz bizi? O gün neler oldu, o ikonik fotoğrafı nasıl çektiniz?

Eren Dağıstanlı: Köylülerle direniş alanındaydık. Bir gün önce sert bir müdahale olmuştu. O ağır müdahalenin ardından nöbetteydik. Köylülerle beraber patikadan çıktık. Fotoğraftaki kadın koşarak öne doğru hareket etti. Feryat etmeye başladı, “biz size ne yaptık” diyerek askerlerin karşısına dikildi. O an açıkçası biraz korktum, ona bir şey yaparlar düşüncesiyle arkasından gittim. Arkadan diğer köylüler geliyordu, ama henüz kalabalık değildi, yani orada tek başına olacaktı. Askerlerin karşısına dikilip hesap sorduğu anda çektim kareyi. Ama o an sosyal medyada paylaşmadım. Çünkü kargaşa vardı. Akşamında “bir avuç cesur insanın onurlu mücadelesi” diye paylaştım. Aslında fotoğraf benim için çok şaşırtıcı değildi, çünkü direniş alanlarında benzerlerini çok görüyorum. Ama sanırım onun oradaki duruşu, şu an insanların ihtiyacı olan bir duruş ki, çok paylaşıldı. Hâlâ paylaşılıyor. Kaynak göstererek paylaşanlar var, anonimleştirenler var, hiç önemli değil, yeter ki o duruş, o ses yankı bulsun. Bunu istiyorduk zaten, İkizdere’de olma amacımız da bu.

2014’te, Şimşirli köyünde bir HES projesi vardı. Jandarmayla halk karşı karşıya gelmişti. Kadınlar, köylüler ciddi şekilde darp edilmişti. Erdoğan başbakandı. “10 MW altında HES mi olurmuş, bunların hepsini iptal etmek gerekir” gibi bir açıklama yapmıştı. Bu açıklamanın ardından Şimşirli’deki HES’e iptal kararı geldi ve proje rafa kalktı.

İkizdere Cengiz İnşaat’ın taş ocağı projesiyle gündemde, ama bölgede başka projeler de var. Geçmişte bu projelerden biri için iptal kararı alınabildi. O nasıl olmuştu?

Yakup Okumuşoğlu: Bundan iki yıl önce, şu an İkizdere’de mücadelenin sürdüğü noktanın yukarısında, halkın Ayı Peteği dediği mevkide, SR İnşaat denen firma mermer ocağı açmak için ruhsat almıştı. Bununla ilgili Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci yürütülmüştü. O dönem bunu dava konusu ettik. Rize İdare Mahkemesi, “25 hektarın altında tutma ve bu şekilde hukukun arkasından dolanma” gerekçesiyle, ikiye karşı bir oyla iptal kararı verdi. Bilirkişi incelemesi yapılmadan verilmişti bu karar. Bu durum Danıştay’a gitti. Danıştay, “hukuka uygun mu, değil mi diye keşif ve bilirkişi incelemesi yapılması lâzım” deyip kararı bozdu. Şimdi keşif ve bilirkişi incelemesi yapılacak, onu bekliyoruz. Bu davadan önce, 2014’te, Şimşirli köyünde bir HES projesi vardı. O HES projesinde de jandarmayla halk karşı karşıya gelmişti. Kadınlar, köylüler ciddi şekilde darp edilmişti. Erdoğan o zaman başbakandı. “10 MW altında HES mi olurmuş, bunların hepsini iptal etmek gerekir” gibi bir açıklama yapmıştı. Bu açıklamanın ardından Şimşirli’deki HES’le ilgili iptal kararı geldi ve proje rafa kalktı. Şimdi Şimşirli köyü sınırları içinde yine bir taş ocağı var. Ona karşı da dava açtık, devam ediyor. Keşif ve bilirkişi raporunu bekliyoruz. Son olarak, bugün mücadelesi verilen, Cengiz İnşaat’ın yapmak istediği taş ocağına karşı açtığımız dava var.

Danıştay neden mahkemenin “hukuku aldatıyorlar” kararını dikkate almıyor?

Okumuşoğlu: Şirketler ÇED’den kaçırmak için çalışma alanlarını 25 hektarın altında tutuyorlar. “24 hektar alanda çalışacağım” dedikleri zaman, ÇED denetiminin hukuki sınırlarının içinde kalıyorlar ve böylece ÇED raporuna gerek kalmıyor. Ancak, her ne kadar çalışma alanını 25 hektarın altında gösterseler de çalışmaları söyledikleri alanla sınırlı kalmıyor. Bir yukarıya, bir aşağıya geçip, 25 hektarın altında bir başka alanı daha proje tanıtım dosyasına tabii ediyor, ÇED raporu almadan yollarına devam ediyorlar. Bu yüzden Rize İdare Mahkemesi “bu bir hiledir” demişti. Ama Danıştay, ÇED yönetmeliğinde yapılan bir değişiklik olduğunu, proje tanıtım dosyası alındıktan sonra 25 hektarın altında çalışılıyorsa “mutlaka ÇED raporu alınması gerekiyor” denemeyeceğini, eğer kapasitesini artırıp 25 hektarın üzerine çıkarsa ondan sonra ÇED raporu var mı, yok mu diye bakılabileceğini belirtiyor. Bu yüzden mahkemenin kararını bozdu. “Keşif ve bilim incelemesi yap, gerçekten çevreye zararı var mıdır, yok mudur bak, ona göre karar ver” diyor. Biz de şimdi onun yapılmasını bekliyoruz.

Bölgedeki dört taş ocağının toplamı yaklaşık 300 hektarı buluyor. Dört metrekarede bir ağaç olduğunu düşünürsek, 750 bin ağaç yapar. 10 metre kareye bir ağaç düştüğünü farz etsek –ki Karadeniz gibi bir yerde bu normal- 300 bin ağaç yapar. Nasıl bir ağaç katliamı olacağı çok açık.

Henüz açılmamış taş ocağı için kapasite artışı istendiği ortaya çıktı. Bunun perde arkasında nasıl bir “dolap” var?

Okumuşoğlu: Şu an İkizdere’de mücadelesini verdiğimiz Cevizlik Taş Ocağı. Bu ocak için “ÇED gerekli değildir” kararı verilmiş vaziyette. Adamlar bu kararın ardından gidip kapasite artışı talebiyle aynı ruhsat alanı içinde yeni bir ÇED süreci başlatmışlar. Fakat bakanlık henüz orada bir işletme olmadığı, bir faaliyet yürütülmediği için “kapasite artışı olmaz” deyip ÇED sürecini reddetmiş. Onlar da bu reddi alınca gidip başka bir ruhsat alanı bulmuş: Gürdere Taş Ocağı. Bu yeni ruhsat alanında, 25 hektarın altında kalacak bir alan için ÇED başvurusunda bulunmuşlar. Bunun tartışması devam ediyor. Bütün bu ruhsatların sahibi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı. Gürdere Taş Ocağı’nın adres, iletişim bilgileri kısmında bir mail adresi var. Bu mailde bir mühendisin ismi geçiyor, devamındaki uzantı ise şu: @cengiz.com.tr. Buradan da anlıyoruz ki bu işleri Cengiz yapıyor. Sonuç olarak, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı doğrudan doğruya Cengiz adına buralarda taş ocağı ruhsatlarını alıyor gözüküyor.

Taş ocağını neden açmak istiyorlar?

Okumuşoğlu: Rize’nin İyidere ilçesinde “lojistik liman” denen bir liman yapmak istiyorlar. Bu limanın bağlantı yollarını İkizdere üzerinden kuruyorlar. Yani Türkiye’nin güneydoğu kesiminden gelecek olan ihracat ürünleri, mal alım satımı ve taşıma gibi şeyleri Rize’deki bu liman üzerinden yapmak istiyorlar. Planları bu. Taş ocağı yapılmak istenen yerle İyidere’de yapılmak istenen liman arasında 25-30 kilometre mesafe var. Bu mesafeden taşları lojistik limana getirecekler ve orada dolgu yapacaklar.

Eren Dağıstanlı

Proje bölgede nasıl bir tahribat yaratacak?

Okumuşoğlu: Projenin dört yıl süreceği söyleniyor. Ocak sahasında yıllık 15 milyon 750 bin tonluk kapasiteyle çalışma yapılacak. Dinamit atımı yapılarak çalışılacak. Dar bir vadiden söz ediyoruz, iki yamaç arasında 500-600 metre mesafe var. Bu taş ocağının yakınlarında evler, tarım arazileri, çay tarlaları var. Bir gece Cumhurbaşkanı buraları da acele kamulaştırmaya karar vermişti. Yani o tarım arazileri kamulaştırılmış vaziyette. İnsanların burada peteklikleri var, orman var, dere var, o dereden içme suyu karşılanıyor, yine o derede balıklar var… Taş ocağı yapılmak istenen yer Cevizlik ile Gürdere köyleri arasında, hemen karşısında Ayvalık ve Şimşirli köyleri var. Dört köyün arasında kalan bir yerden bahsediyoruz. Burada işletilecek bir taş ocağı bölgeyi son derece olumsuz etkileyecek. Çünkü köylerin altları oyulmuş olacak. Yine Gürdere köyüne ait, hemen alt kotta, derenin kenarında bir mahalle daha var, evler bulunuyor orada. Bu evlerin üstünde olacak ocak. Taş ocağı demek, büyük iş kamyonlarının gidip geleceği bir trafik demek. Yani insanların huzuru kalmayacak. Bu yüzden köylüler yaşam alanlarını korumak için çaba içindeler. Neden köylerinin hemen yanında bir taş ocağı olsun, neden insanlar taş ocağına katlanmak zorunda kalsın? O lojistik limanı işletecek olanlar bu işten fayda sağlıyor olabilir, ama köylüler için aynı şey söz konusu değil. Yaşam alanlarının tahrip edilmesini, köylerinde taş ocağı yapılmasını istemiyorlar.

Bir vadi düşünün, üzerinde HES projeleri var, yol çalışması yapılıyor, tüneller açılmış. Vadinin biraz yukarısında insanlar bir köye sıkışmış. Şimdi taş ocağıyla burayı da yok etmek istiyorlar. Halk, “bütün vadi işgal altında, bir burası kaldı, bari buraya dokunmayın” diye feryat ediyor.

İkizdere’ye giden AKP genel başkan yardımcısı Hayati Yazıcı, “bilgi kirliliği var” diyerek şu aritmetiği yapmıştı: “Buradaki ruhsat alanı 97 hektar. Nitelikli taşın bulunduğu alan 13,5 hektardır. Yüklenici firma 13,5 hektar alan içinde çalışıp en fazla 20 milyon metreküp taşı aldıktan sonra iş bitecek. 2023 yılının ortasında bitecek, sonra kapanacak ve eski haline getirilecek.” Öyle mi?

Okumuşoğlu: Şu anda Cengiz İnşaat nedeniyle daha çok Cevizlik Taş Ocağı konuşuluyor, ama dediğim gibi, Cevizlik ve Gürdere sınırları içerisinde, birkaç taş ocağı daha var. Hepsini beraber düşünmek gerekiyor. Mesela, SR İnşaat denen firmanın taş ocağının işletme süresi 75 yıl gözüküyor. Cevizlik Taş Ocağı’nın işletme süresi dört yıl. Ama biliyoruz ki, hiçbir taş ocağı dört yılda bitmiyor. Hazır açılmış ocak varken arkasından başka bir firma devam ettiriyor işletmeyi. Taş bitene kadar faaliyet sürüyor.

Dört yıla gelmeden, henüz yol açma çalışmasının yapıldığı son iki haftada bile İşkencedere Vadisi’nde büyük bir tahribat var, değil mi?

Okumuşoğlu: Şimdiye dek bir sürü ağaç yıkıldı. Bölgedeki dört taş ocağının toplamı yaklaşık 300 hektarı buluyor. Dördü üzerinden bir hesap yapılırsa, mesela, dört metre karede bir ağaç olduğunu düşünürsek, 750 bin ağaç yapar. 10 metre kareye bir ağaç düştüğünü farz etsek –ki Karadeniz gibi bir yerde bu normal- 300 bin ağaç yapar. Nasıl bir ağaç katliamı olacağı çok açık. Onlar belli bir çapı olan ağacı orman sayıyorlar. Oysa baktığınızda hepsi orman ağacı. Çapı 20 santimetreden yukarıda diye bakmıyoruz, bakmamalıyız. Hepsini ormanın parçası olarak görüyoruz biz. Onlar öyle bakmıyor. Böylece yok olacak ağaç sayısını da düşük gösteriyorlar. Türlü türlü filmler dönüyor.

Eren Dağıstanlı

İkizdere-İşkencedere Vadisi doğal sit alanı, değil mi?

Okumuşoğlu: İkizdere’yi oluşturan kolların tamamı üzerinde yaklaşık 22 tane proje vardı. Bunların her birisine tek tek dava açmak oldukça problemli olacağı için, bir çözüm olarak, “nasıl koruma alanı ilan edilebilir” diye çalışmalar yürütüldü. Çünkü vadilerin karakteri buna çok müsait. Akademisyenler, araştırmacılar gelip İkizdere Vadisi’ni hem biyolojik çeşitlilik hem peyzaj bakımından inceledi. Vadi doğal ve kültürel yönleriyle araştırıldı, raporlar hazırlandı ve 2010 yılında doğal sit alanı ilan edilmesi sağlandı. Bu kararla beraber 22 HES projesinin o bölgede yapılmasının önüne geçilebilmiş oldu. Ancak İkizdere ilçe sınırı, sınır olarak belirlendi. Şimdiki taş ocağı projesi ile diğer taş ocağı projeleri İkizdere’den yaklaşık üç-dört kilometre kadar aşağıda, bu sınırda. Yani taş ocakları sit alanı içerisinde görünmüyor. Ama sit alanı içinde değil diye, Gürdere köyü korunması gerekmeyen bir bölge mi? Hayır! Hiçbir farkı yok aslında. Aynı doğa, aynı biyolojik çeşitlilik orada da var. Sonuç olarak, orası şu anda sit alanı değil. Sit alanı olmadığı için de taş ocağı projesinin yapımı için koruma kanunu açısından bir engel yok, ama çevre kanunu anlamında var. Oraya taş ocağı yapılamaz. O kadar büyük ve yoğun çalışmanın olacağı bir taş ocağı, ÇED raporu olsaydı da yapılamazdı. Taşocağı iki köyün arasında olamaz!

Üzerinde bunca proje varken bu vadi bu işgale dayanabilecek mi, o projeleri taşıyabilecek mi?

Eren Dağıstanlı: Taşıyamayacak, taşıyamıyor da. Zaten taşıyamadığı için her sene Karadeniz’den sel, heyelan haberleri geliyor. Yıkıcı sel ve heyelanlarla tanışmamızın sebebi bu projeler. Yaban hayatının yok olması, iklim krizinin büyümesi doğanın artık bu projeleri kaldıramadığının en büyük göstergesi. Bir vadi düşünün, üzerinde HES projeleri var, yol çalışması yapılıyor, tüneller açılmış. Vadinin biraz yukarısında insanlar bir köye sıkışmış. Şimdi taş ocağıyla burayı da yok etmek istiyorlar. Halk, “bütün vadi işgal altında, bir burası kaldı, bari buraya dokunmayın” diye feryat ediyor. Ne yapacak bu insanlar, hayvanlar nereye gidecek? Daracık bir alana sıkışmış yaban hayat. Kaçacak yerleri yok hayvanların, insanlarla iç içe yaşamak zorundalar. Her şey gözümüzün önünde oluyor, hepimiz bu sürece tanıklık ediyoruz. Kurtarılabilecek alanlar hukuk ya da direniş yoluyla ne kadar kurtarılabilirse o kadar kurtarılıyor. Özetle, vadi bu işgali kaldırabilir mi, hayır, kaldıramaz tabii ki.

Okumuşoğlu: Önceden insanın doğayla mücadelesinden bahsedilirdi, geldiğimiz noktada insan da doğanın kendisi haline gelmiş durumda ve doğa neye maruz kalıyorsa onlar da aynısına maruz kalıyor. Şirketlerle doğanın mücadelesi var şimdi. Doğa yok edilirken, doğanın bir parçası olmuş insanları da yok eden bir süreçle karşı karşıyayız. İkizdere köylüleri, “hepimiz o doğayla bir bütün halindeyiz, ormanın parçasıyız, gidecek başka bir yerimiz kalmadı” diyorlar. Dünyayı kemiren şirketler kalan küçük doğa alanlarını da hedef alıyor. İnsanlar bunun farkında, bu yüzden hem ağacı hem kendilerini korumaya çalışıyorlar. Bu mücadele büyümek, hızlanmak zorunda.

Büyük bir kamplaşma, karşı karşıya geliş var. Özellikle Türkiye’de inanılmaz vahşi bir kapitalizm yaşanıyor. Eğer bir kitap yazılacaksa Amerika ya da Avrupa’dakinden çok Türkiye’deki kapitalizmin işleyişinden bahsetmek lâzım. Çünkü artık hiçbir hak, hukuk kalmadı. Devletin kendisi, koyduğu hukuka uymuyor. Şirket devlet el ele, ikincil bir hukukun, bilmediğimiz bir hukukun işlediğini görüyoruz. Bir hukukçu olarak bunu görüyorum, insanlar da bunu yüreklerinde hissediyorlar. Bu yüzden herkes kendi geleceğinden, çoluk çocuğunun geleceğinden, var olmaktan bahsediyor. İkizdereliler endişeli, gidecek bir yerleri olmadığını defaten söylüyorlar. Yeşil Artvin Derneği’nden bir arkadaş şöyle demişti: “Biz Artvin’de hiçbir zaman zengin olmadık, ama hiç fakir de olmadık. Çoruh’un kenarlarında tarla, bağ, bahçe yapıp, yetiştirdiğimiz ürünleri komşu illere satardık, bir şekilde geçimimizi sürdürürdük. Gelip buraları kamulaştırdılar, bize üç kuruş para verdiler. O üç kuruşla ev mi alalım, iş mi kuralım, geçimimizi mi sağlayalım? Bunların hiçbirisini yapamayız. O 100 ya da 500 metrekare tarlada hem geçimimizi sağlıyor hem yeme içmemizi karşılıyorduk. Elimizden alındı, kente gitmek zorunda kaldık, köleleştik.” Kente gittiğinde bağımsızlığını yitiriyorsun; evin yok, yolun yok, pek çok zorluğa mahkûm ediliyorsun. Bütün Türkiye’yi İstanbul’a taşıyacaklar sanırım. Geri kalan her şeyi, her yeri şirketlere verecekler ve diledikleri gibi talan etmenin yolunu açacaklar.

Normalde insanlar kışlık odun hazırlarken jandarma gelip, “burada ağaç kesemezsiniz” der. Şimdi tam tersi oluyor. Jandarma ağaçlar kesilsin diye mücadele ediyor, daha doğrusu ağaçları kesen şirkete korumalık yapıyor, köylülerse ağaçlar kesilmesin, orası yok edilmesin diye uğraşıyor.

Dağıstanlı: İşin garibi, herkesi taşıyacakları İstanbul’u da yok edecek projeleri var…

Okumuşoğlu: İstanbul’u zaten gözden çıkarmışlar. İkinci bir İstanbul kurmak için Kanal İstanbul’u planlanıyorlar. Şu an 16 milyonluk bir şehir varsa eğer, bir 16 milyonluğunu daha var edip, 30 milyonu yani Türkiye’nin neredeyse yarısını oraya taşımak istiyorlar. Böyle olunca kimse İstanbul’da gidip de çevre mücadelesi de vermiyor, çünkü kimse kendisini İstanbullu saymıyor, orayı vatan bellemiyor. İstanbul’da bir milyon İstanbullu varsa onlar da canından bezmiş durumda zaten. Dikkat ederseniz kentlerde mücadele yok, bir sebebi de bu konuştuklarımız, kimse kendisine mal etmiyor kenti.

Dağıstanlı: Kent hakkı savunucuları haricinde. Bir şekilde onlar kent hakkı mücadelesi yürütmeye çalışıyorlar.

İkizdere’deki mücadeleye “uzaktan” yoğun desteğin nedeni de bu sıraladıklarınız mı acaba?

Dağıstanlı: İkizdere’nin bu şekilde gündeme gelmesinin bir sebebi, şu anda Türkiye’de insanların nefessiz kalması. Hepimiz maskeyle geziyoruz, gerçek manada kimse nefes alamıyor. Bu yüzden İkizdereli kadınların feryadı Türkiye’deki herkesin feryadı oldu. Pandemide, salgın hastalıklarla doğaya verilen tahribatın ilişkisini konuşuyoruz sık sık. Böyle bir ortamda, yani doğanın öneminin bu kadar açık olduğu bir zaman diliminde insanları toza gömmek istiyorlar, yeşilsiz bırakmak istiyorlar. Açık havada, yeşillikte, parkta, bahçede, dağda, bayırda bulaş riskinin ne kadar düşük olduğunun anlatıldığı bir dönemden geçerken bu yapılıyor. Anayasada “insanlar sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” deniyor. İkizdere’de insanlar aynı zamanda sağlık hakkını savunuyor. Jandarma ile ilk defa karşı karşıya geliyorlar. Normalde burada insanlar ormana gider, kışlık odun hazırlarken jandarma gelip, “burada ağaç kesemezsiniz” der. Köylü ancak böyle bir durumda jandarmayla karşı karşıya gelir. Şimdi tam tersi oluyor. Jandarma ağaçlar kesilsin diye mücadele ediyor, daha doğrusu ağaçları kesen şirkete korumalık yapıyor, köylülerse ağaçlar kesilmesin, orası yok edilmesin diye uğraşıyor. Direnişte gördüğüm enteresan bir anekdotu anlatayım. Bir jandarmanın kaskı kadınların olduğu yere doğru düştü. Kadınlardan biri kaskı bastonuna takıp uzattı jandarmaya. Jandarma, “çok teşekkürler ablacım” dedi. Kadınsa “biz teşekkür ederiz ya, bizi ne güzel dövüyorsunuz” dedi. İnsanlar jandarmaya aslında o hukuku anlatmaya çalışıyor inatla. Diyorlar ki, “siz burada yanlış yapıyorsunuz, bizim sizle bir işimiz yok, niye bizimle uğraşıyorsunuz.”

Her ne kadar içi boşaltılmış olsa da direnenler hukuku inatla var etmeye çalışıyorlar. Doğal olarak bu mücadele, içi boşaltılan bazı kavramları bizlere yeniden hatırlatıyor. Direniş + hukuk + bilim + kamuoyu = zafer. Böyle bir formül vardı. Ama şimdi hukuk yok. Bilim demek, bilirkişi heyetlerinin hazırladığı rapor demek, onlar sipariş üzerine hazırlanıyor. Kamuoyu yani işin basın ayağı zaten el ayak çekmiş, sosyal medya olmasa halimiz yaman. Elde var direniş, geriye bir tek o kalıyor. Ona da gaz, cop, gözaltı ile saldırıyorlar ya da dayanışmayı kırarak direnişi kriminalize ediyorlar. Dedikleri ne? “Gidin hakkınızı mahkemede arayın.” Eğer İkizdereliler bu telkini dinlemiş olsaydı, yani mahkemeyi bekleselerdi bugün İkizdere’deki doğa katliamı asla gündem olmayacaktı. Taş ocağı işi çoktan hayata geçmiş olacaktı. Aklıma gelen onlarca dava var, Yeşil Yol, Karadeniz sahil yolu projesi, Senoz’daki HES, vs. Bunların hepsinde proje bitiyor, sonra yürütmeyi durdurma kararı veriyorlar. Yani bahsettikleri hukuk işlerken doğa geri döndürülemez biçimde tahrip edilmiş oluyor.

Aslında hukuku işletenler İkizdere’de direnenlerdir. İnanıyorum ki, günün sonunda direnenlerin hukuku geçerli olacak. Yeşil Yol’da olduğu gibi, sonunda Rabia Teyze’nin “devlet benim” dediği noktaya gelindi. Rabia Teyze’nin hukuku kazandı. Ama ne oldu, o yol bitmiş oldu. İnsanları ezip geçtiler, yerlerde sürüklediler, ne yapıp edip o yolu yaptılar. Sonra mahkeme, “bu yol yanlış” dedi, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Sonra da “çim dikelim bozulan yerlere” gibi abuk sabuk kararlar çıktı. Şimdi o yaylanın ortasından geçen canavarca yolu kullansan ne olur, kullanmasan ne olur? Asla geri gelmeyecek orası, o doğanın kendisini toparlaması çok uzun yıllar alacak. İkizdere’de de bu olacak, günün sonunda yine direnenlerin hukuku kazanacak, ama iş işten geçmiş olmasın diye uğraşıyoruz.

Direniş + hukuk + bilim + kamuoyu = zafer. Böyle bir formül vardı. Ama şimdi hukuk yok. Bilim demek, bilirkişi heyetlerinin hazırladığı rapor demek, onlar sipariş üzerine hazırlanıyor. Kamuoyu, yani işin basın ayağı zaten el ayak çekmiş. Sosyal medya olmasa halimiz yaman. Elde var direniş, geriye bir tek o kalıyor.

Şu anda İkizdere’de taşocağına giden yolu vurmaya çalışıyor kepçe, aslında yol falan vurduğu da yok, psikolojik kırılma yaratmaya çalışıyorlar. Orada insanlar beklerken, aşağıda makine çalışıyor. Maksat, o gürültüyü insanlar duysun ve vazgeçsinler. “Biz bu işe başladık, geriye dönüş yok” algısı yaratmak, direnişi ve dayanışmayı kırmak istiyorlar. Bütün direnişlerde bunu yapıyorlar. Dayanışmaya gelenleri “terörist” ilan ediyorlar. “Siz iyisiniz, ama çevreniz kötü”ye getiriyorlar işi. “Onlar buraya gelmesin, biz sizinle her türlü anlaşırız” diyorlar. İnsanları işleri, aşlarıyla tehdit ediyorlar. Yakup Abi “devlet şirket el ele” dedi, katılmıyorum, karşımızda şirketleşmiş bir devlet var. Karadeniz’de devletin ismi neredeyse “Cengiz” olmuş durumda. Şirketin özel güvenliği olur, jandarması olmaz!

Ama günün sonunda kazanacak olan hukuk, direnenlerin hukukudur. Ne olursa olsun bu değişmeyecek. Elli yıl geçse de bu böyle olacak. İkizdereli kadınların haklılığı gün gelecek ortaya çıkacak. Her sel olduğunda Metin Lokumcu akla geliyor. “Dereme dokunmayın” diye diye Hopa’da hayatını kaybetti Metin Hoca. Sonunda haklı çıktı, ama iş işten geçti. Cerattepe’de dediler ki “içme suyu kaynaklarımıza zehir karışacak, yapmayın.” Şu anda olan bu. Artvin’de, Fatsa’da da bu oluyor. “Fındığımız siyanürlenecek, kuruyacak” dediler Fatsa’da, fındıklar kurudu. Herkes söylüyor, “bir şirket için değmez” deniyor, ama devlet olmuş şirket. “Beşli çete” diye tabir edilen holdingler Türkiye genelinde, ama özellikle Karadeniz’de hakimiyet kurmuş. Sahilde bir tuvalet kulübesi yapılacaksa dahi ihalesi Cengiz’e verilir mi? Veriliyor, o ihale Cengiz’e gidiyor. Yerler değişiyor, ama anlattığımız hikâye hiçbir şekilde değişmiyor. Yani bağıran kadınlar, yerlerde sürüklenen kadınlar değişiyor, ama hikâye aynı. Her yerde aynı şey oluyor. Çamlıhemşin’de de aynısı oldu, Cerattepe’de de. Şimdi İkizdere’de aynı şeye şahit oluyoruz. Yarın bambaşka bir yerde bambaşka insanlarla yan yana geleceğiz, ne yazık ki gelmek zorunda kalacağız, yine aynı şeyler olacak, aynı şeyleri konuşacağız. Doğal olarak yeni şeylere ihtiyacımız var. Bu aynı zamanda bir özeleştiridir. Yeni bir hukuka ihtiyacımız olduğu gibi, yeni bir direnişe de ihtiyacımız var.


Yakup Okumuşoğlu

Kadınların ön saflarda olduğu direnişte yaratıcı yöntemler kullanılıyor. Ağaçlara çıkılıyor, eylemciler seslerini farklı şekillerde duyurmanın yolunu yöntemini bir şekilde buluyor…

Okumuşoğlu: Müvekkillerim haklarının ne olduğunu, nerede durmaları gerektiğini gayet iyi biliyor. Onlara “git hakkını mahkemede ara” dendiğinde, “hakkımı istediğim yerde ararım, tek hakkım mahkemeye başvurmaktan ibaret değil” diyebiliyorlar. Çevre hakkını ve ifade hürriyetini koruduklarını beyan ediyorlar. Karşılarına dikilen askerlere, “asıl benim hakkımı engelleyen sizler suç işliyorsunuz, düşünce ve kanaat özgürlüğümü engelliyorsunuz” diyorlar. Bütün hukuksuzlukları tek tek sıralıyor, suçlarını yüzlerine vuruyorlar. Bu öğretici bir süreç. Yaşayarak hepimiz öğreniyoruz, deneyimliyoruz. Orada yaşayanlar devletin başka bir yüzünü de görmüş oluyorlar tabii.

Devleti normalde nasıl görüyorlar, şimdi onun hangi yüzünü görüyorlar?

Okumuşoğlu: Devlet İstanbul’da başka türlü, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da başka türlü gözüküyor. Rize İkizdere’deyse çok başka. Burada devlet kutsaldır. Ancak, İkizdere’de kutsal devletin tahtından indiğini görüyoruz. İnsanlar kutsal devlet değil, hukuk devleti arıyor. Hakka, hukuka bağlı, eşit, adaletli bir devlet arayışında olunduğunu görüyoruz.

Karşımızda şirketleşmiş bir devlet var. Karadeniz’de devletin ismi neredeyse “Cengiz” olmuş durumda. Şirketin özel güvenliği olur, jandarması olmaz! Ama İkizdereli kadınların haklılığı gün gelecek ortaya çıkacak. Her sel olduğunda Metin Lokumcu akla geliyor. “Dereme dokunmayın” diye diye hayatını kaybetti Metin Hoca. Sonunda haklı çıktı, ama iş işten geçti.

Kutsal devlet tanımını biraz açar mısınız?

Okumuşoğlu: Anadolu’daki köylülerimiz için devlet kutsaldır. Onlara göre devleti yönetenler, mesela vali en doğrusunu bilir. Muhtara kadar gider bu zincir. Muhtar ne derse o olur köyde. Pederşahi bir yapı söz konusudur ve devlet kutsaldır. Kutsal bir devletin yanlış yapma ihtimaliyse yoktur. Fakat ne zaman kötülük gelip de kendi köyüne dayanır, o zaman, “bu devlet hata yapıyor, nasıl olur” denir. Şimdi olan da bu. İnsanların kafasındaki devlet sarsılıyor. Bu bir yanıyla üzücü, insanların hayal kırıklığını görüyorum çünkü, öte yanıyla da devleti olması gereken yere indirmesi açısından sevindirici. Bize kutsal devlet değil, hukuk devleti gerekiyor. Bu yüzden bu gibi alanlardaki çalışmalar ya da mücadeleler her zaman çok öğreticidir. Bundan 20-25 yıl önce Çamlıhemşin’de miting yapamamıştık. 33 köyün olduğu koca ilçede yedi kişilik miting tertip komitesi oluşturamamıştık!

Ne için miting yapacaktınız?

Okumuşoğlu: Bir HES mücadelesiydi. İlk HES davası olacak olan Fırtına Vadisi’ndeki HES mücadelesi başladığı zaman kamuoyuna sesimizi duyurmak istiyorduk. O zaman internet, akıllı telefon yoktu. En yakın basın Trabzon’da, Bölge Müdürlüğü’ndeydi. Oradan bir basın mensubu gelecek de, görüntüleri çekip İstanbul’a gönderecek ve haber olacak. Miting tertip komitesi yedi kişiden oluşacaktı. O yedi kişiyi bulduk. Fakat güvenlik güçleri devreye girip, “başınıza şu gelir, şöyle olur” deyince, istifalar oldu, mitingi yapamadık. Biz o gün mitingi yapamadık, ama o mücadele sürdü, yürüdü, büyüdü. Bu süreç Karadeniz’de yaşanmaya devam ettikçe devletin başka yüzlerinin olduğu ortaya çıktı. Hak aramanın yol ve yöntemleri öğrenildi. Bugün Karadeniz’de hemen her köyde miting yapılabiliyor artık. İnsanlar bir araya gelebiliyor. Yani hak aramanın nasıl bir şey olduğunu öğreten süreçler bunlar. Bu süreci yaşayan hiçbir topluluk bir daha eskisi gibi olmuyor. Basında pek çok şey söyleniyor, “şuraya oy veriyorlar” falan diye. İstediği yere versin oyunu, hiç önemli değil. İnsanlar artık biat eden insanlar olmaktan çıkıyor. Soru soran, hakkını nerede ne şekilde arayacağını bilen, gelene “geç” demeyen, birey olan insanlar haline geliyor. Biat eden insandan birey olan insana dönüştürüyor böylesi süreçler. İkizdere’de bu anlamda kutsal devletin hukuk devletine dönüşmesi için bir talep oluşuyor. İnsanlar orada hak aramayı öğreniyorlar, bunu öğrenirken aynı zamanda hak arayışlarını engelleyen düzeni de görüyorlar. Bu düzende kimin kiminle birlikte olduğu da çok net bir şekilde gözüküyor. Oraya desteğe gelen insanlara karşı sistemin nasıl cevap ürettiğini de görüyorlar. “Bölücüler girdi, şu girdi, bu girdi” gibi pek çok tartışmayı üretiyor sistem. İnsanlar bunu görüyor ve anlıyor. Mücadelenin nasıl parçalanıp, bölünüp, ayrıştırılmak istendiğini fark ediyorlar. 


foto: Yakup Okumuşoğlu

İktidar açısından durum ne? Örneğin İkizdere’de bir tarafta sermaye var, bir tarafta ona oy veren yöre halkı.

Okumuşoğlu: Burada iktidar nasıl tavır alması gerektiğine karar veremiyor. Çünkü mücadeleyi veren insanlar, gerçekçi olursak, iktidardaki partiye daha yakın insanlar. Oy oranlarına baktığımızda bunu görebiliyoruz. Bir yanda bu taban var, öbür yanıyla da böyle bir tabanın üretmiş olduğu muhalefet var. Bu tabanı zorla çözmek, bastırmak var, bu durumda kendi tabanını kaybetme ihtimali doğar. Çözemediği için de “o gelmesin, bu gitmesin” diye bölmeye çalışıyor. Oysa oraya kim geldi de köylüler “sen gelme” dedi. AKP’li vekiller geldi de köylüler “gelme” mi dedi? CHP geldi de onlara “gelme” mi dendi veya özellikle onlar mı çağrıld? Hayır. Onların derdi yaşam alanlarını, kendi bağ ve bahçelerini korumak, var olma mücadelesi vermek. Buna kim katkı sunuyorsa “gel” diyorlar. Bu insanlar barışçıl insanlar. Kendilerini feda etme noktasındalar. Kimseye zarar verme niyetiyle orada bulunmuyorlar. Bunu benimseyen herkes gelebilir. Böyle bir duruş olunca sistem bocalamaya başlıyor aslında, ne yapacağını bilemiyor, siyaset üretemiyor.

Bu tür direnişlerde, “bölge halkı kime oy verdi” tartışması açılıyor. O konuya nasıl bakıyorsunuz?

Okumuşoğlu: İzmir’desiniz diyelim, orada çevre sorunu yok mu? Peki, hangi mücadelenin içinde yer aldınız da canlarını başlarını feda etmeye hazır insanlar hakkında atıp tutuyorsunuz? AKP’liymiş! Evet, AKP’li, ama AKP’li olmasına rağmen mücadele ediyor. Doğa sever ve çevreci birisi bununla onur duymalı. Çünkü daha büyük ve önemli bir şey yapıyorlar. Olan biteni siyasetten ve kutuplaşmadan ayrıştırarak salt bir doğa mücadelesi veriyorlar.

Devlet İstanbul’da başka türlü, Ankara, İzmir ve Diyarbakır’da başka türlü. Rize-İkizdere’deyse çok başka. Burada devlet kutsaldır. Ancak, İkizdere’de kutsal devletin tahtından indiğini görüyoruz. İnsanlar kutsal devlet değil, hukuk devleti arıyor.

Dağıstanlı: Geceden sabaha insanlar değişiyor falan sanılıyor. Geçmişe dönelim, değişimin zamansallığına bakalım o halde. Mesela, Gezi’den, o devasa direnişten hemen sonraki seçimi AKP kazandı. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra Gezi bir şeyleri değiştirmeye başladı. Eğer meseleye oy ve seçim endeksli bakacaksak, durum bu. AKP’nin kazandığı yerde direniş olunca “AKP’ye oy vermeselerdi” deniyor. CHP’nin kazandığı yerde bir direniş oldu mu da “direnmeyin, AKP’ye yarar” deniyor. Ne yapalım? Direnişleri oy üzerinden hedef alanlar gelip Cengiz’in operatörü olarak işe başlasınlar daha iyi. Böylesi çıkışlar direnişi bölüp, kırıyor. Yarın seçim olsa İkizdere’de sonuçlar belki yine değişmeyecek. Değişim öyle hemen olmuyor.

Şöyle veya böyle, bir hukuk süreci var, direniş sürüyor. Bundan sonrası için beklentileriniz, öngörüleriniz neler?

Okumuşoğlu: İdare Mahkemesi’nde devam eden bir dava var. Yürütmeyi durdurma konusunda bir karar bekliyoruz. Eğer bu karar çıkarsa iş makineleri durmak zorunda. Normalde ağaç kesimi olduğu zaman, yarın öbür gün iptal kararı çıkarsa yazık olmasın, ağaçlar kesilmesin diye yürütmeyi durdurma kararı verilir. Çünkü kesilen o ağaçları yerine koyma imkânı yok. İkizdereli bir köylü, “404’le mi yapıştıracağız ormanı” diyordu. Aynen öyle. 404’le yapıştıramayacağımız için yürütmeyi durdurma kararı verilmesi lâzım normalde. Göreceğiz bakalım. Onun dışında başka davalar açmayı da düşünüyoruz. Yaratıcı hukuku da zorlamak gerekiyor bu gibi alanlarda, sadece ezbere hukukla olmuyor. Hukukun erdemi kaçmış vaziyette, bugünkü hukuk düzenimiz maalesef bu ve bu ahlâksız hukukun, ahlâklı, erdemli bir hukuk haline getirilmesi lâzım.

Söyleşi: Bekir Avcı / birartibir
05.05.2021

Diğer Yazılar