Cemil Aksu
Bir kere, yayla, mera gibi hiçbir şekilde, kullanım hakkı dışında bir kişiye mülk olarak devredilemeyecek alanların, müştereklerin, “imar affı” ile satışı, tüm yurttaşlara, hatta dünyadaki bütün insanlara ve de canlılara ait olan bazı insanlara devri demektir. Bu diğer insanların ve canlıların hakkının gaspıdır.
Bu yaz Karadeniz’deki yaylalarda insan ve araç trafiğinden adım atacak yer bulamayan, saatlerce trafik kuyruğunda bekleyenler, ineğini otlatamayan, yaylacılık yapamayan yerliler hep beraber darlanırken, bir taraftan da “imar affı” ile yaylada kendine yer kapmak ya da zaten kaptığı yerin ruhsatını almak için uğraşanlar vardı.
Saray Partisi’nin başkanı Erdoğan, Karadeniz bölgesinin en meşhur yaylası olan Ayder için, “Allah’ın bize verdiği Ayder bambaşka, ama biz Ayder’i kirlettik, rezil ettik” demişti. Ardından da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “1 Ocak 2017 tarihinden itibaren yaylalarımızda kaçak bin 750’nin üzerinde yapı yapıldı. 1 Ocak 2017 tarihinden itibaren yapılanlar yıkılacak. Hiç kimse kusura bakmasın. Bin 750-bin 750. Hiç kimse kusura bakmasın. Biz burayı geçmişimizden aldığımız emaneti kirleterek geleceğimize bırakamayız. Bunlar tek tek yıkılacaklar” diye konuşmuştu. Hemen ardından da “kentsel dönüşüm” canavarı TOKİ devreye sokuldu, Ayder için de bir “dönüşüm” projesi yapma talimatı verilmişti. TOKİ’nin, yayla sezonunun biteceği Eylül ayından itibaren uygulamaya başlayacağı “dönüşüm projesi”nin detayları da geçtiğimiz hafta açıklandı.
Hem imar affı hem dönüşüm
Fakat bu arada başka bir gelişme oldu. “İmar affı”. Seçimlerden hemen önce tahminen 13 milyon kaçak yapıya, yani imar planlarına aykırı yapılmış ya da “hazine arazisi”, ormanlık alan, park, mera ve yayla gibi özel mülkiyete ait olmayan yerlere yapılan binalara vb. yapı ruhsatı verilerek, daha önce yapılan idari ve para cezası işlemleri iptal edildi.
Erdoğan’ın “ihanet” çıkışı üzerine, Trabzon’da 1750, Giresun’da 1700, Rize’de 350, Gümüşhane’de ise 306 olmak üzere toplam 4 bin 106 kaçak yapı için yıkım kararı alınmıştı. Şimdi ise hepsi affedildi. Yapılan açıklamalara göre ilk bir ayda 2 milyonu aşkın kişi “imar affı” için başvurmuştu. Trabzon’da 42 bin, Giresun’da 13 bin 500, Rize’de 8 bin 700 ile Artvin’de 5 bin dolayında başvuru yapıldığı belirtildi. Aftan sadece daha önce kaçak yapı yapanlar değil, başvuru süresi dolana kadar işini bitirenler de yararlanıyor. Bu fırsattan kaçak kat çıkmak isteyen, yaylaya ev yapmak isteyen kim varsa harıl harıl çalışıyor. Karadeniz’deki bütün yaylalar yaz boyunca şantiye alanıydı.
Şimdi ise TOKİ sahnede. Yeni projeyle 750 araçlık otopark, otel ve pansiyon alanları, seyir terasları, günübirlik eğlence alanları, çadır ve kamp bölgeleri ile giriş-çıkış noktaları belirlendi. Ziyaretçiler, buradaki trambüslerle yayla merkezine ulaşacak. Ulaşım sorununa çözüm olarak yaylanın alt kodunda çift yönlü yeni yol yapılacak. Ayder Yaylası ve civardaki Ausor, Hüser ve Kavron yaylalarına gitmek isteyenler bu yolu kullanacak. Yaylaya araç girişi sınırlandırılacak. Yaylada dikey yerine en fazla iki katlı yatay yapılar inşa edilecek.
Peki bu proje hangi soruna çözüm olacak? Zaten “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” mantığı ile “yandaşının işini gören”ler, Ayder’deki ve diğer yaylalardaki bütün kaçak yapılara ruhsat verdikten sonra, bu kaçak yapıları hangi hakla yıkacaklar? Ayder’in sorunu sadece peyzaj/görüntüden mi ibaret? İnsan ve araç trafiğinin ve yapılaşmanın yarattığı ekolojik, sosyal ve ekonomik sorunlar nasıl çözülecek? Bir Ayder’i kurtarmakla (ki bu TOKİ projesi ile sadece görüntü kurtarılıyor) Fırtına vadisindeki ve Karadeniz’in bütün vadilerinde ve yaylalarındaki ekolojik tahribatın önüne nasıl geçilecek?
Bu ve benzeri soruların bir cevabı yok. Zaten ne iktidarın ne TOKİ’nin ne de rant peşindeki girişimcilerin ekoloji, iklim krizi gibi dertleri var. Onları ilgilendiren tek şey rant, para, kar. Ne “imar affı” ile binlerce kişinin “işini görmeleri”nin ne de görünüşü kurtaracak TOKİ projelerinin yöre halkının çıkarlarını korumakla, onlara ekonomik katkı sunmakla da alakası var.
Bir kere, yayla, mera gibi hiçbir şekilde, kullanım hakkı dışında bir kişiye mülk olarak devredilemeyecek alanların, müştereklerin, “imar affı” ile satışı, tüm yurttaşlara, hatta dünyadaki bütün insanlara ve de canlılara ait olan bazı insanlara devri demektir. Bu diğer insanların ve canlıların hakkının gaspıdır.
Diğer taraftan, Ayder gibi, ekoloji açıdan önemli doğa alanlarının, yaylaların, meraların bazı yurttaşların çıkarı için metalaştırılması kabul edilemez. Ekolojik açıdan önemli yerler üzerinde sadece bir devletin egemenliği de kabul edilemez. Ekoloji bir bütündür ve devletlerin egemenlik sınırları iklim krizi için geçerli değildir.
“Sürdürülebilir kalkınma” için turizme bel bağlanan Doğu Karadeniz, küresel olarak ekolojik değeri son derece yüksek bir bölge olduğu bilinen bir gerçektir. Doğu Karadeniz Dağları, Kafkasya Ekolojik Bölgesi içerisinde uluslararası ölçekte tanınan ve koruma değeri yüksek bir bölge olarak tanımlanmaktadır. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF), BirdLife ve Wetlans gibi uluslararası doğa kuruluşları, bölgenin ılıman kuşak ormanlarını, dünyadaki savunmasız 200 önemli karasal ekolojik bölgeden (Global 200 Ecoregion) biri olarak belirlemiştir. Çalışma alanının da içinde bulunduğu Kafkasya Ekolojik Bölgesi, doğal ılıman kuşak ormanları, zengin biyolojik çeşitliliği, yüksek endemizmi ile dünyanın en önemli 25 ekolojik bölgesinden biri olarak kabul edilmektedir. “Doğal yaşlı ormanlar ve diğer biyolojik çeşitlilik varlığının dünyada çok az kalmış olan el değmemiş dere sistemleri (intact river) ile birlikte son derece yüksek oranda korunduğu Fırtına Vadisi Ormanları; WWF, UNEP ve IUCN gibi dünyanın en büyük doğa koruma kuruluşlarının kurduğu “Dünya Koruma İzleme Merkezi” tarafından Avrupa’daki “daha iyi korunmaya acil ihtiyacı olan 100 orman” (100 Forest Hotspots)’dan biri olarak ilan edilmiştir.” Bu alanlar, uluslararası Doğa Koruma Örgütü (CI) tarafından da yeryüzünün en önemli biyolojik çeşitliliğe ve bunun yanı sıra en çok tehdit altındaki 34 sıcak bölgesi arasında gösterilmektedir. Doğu Karadeniz Dağları, ayrıca Önemli Doğa Alanı (ÖDA) ve Önemli Kuş Alanı (ÖKA) kapsamında değerlendirilmektedir. Bu kadar koruma değeri yüksek olan bölgede; 4 Milli Park, 4 Tabiatı Koruma Alanı, 13 Tabiat Parkı ve 10 Tabiat Anıtı bulunmaktadır. Yine bölgenin farklı yerlerinde çeşitli statülere sahip doğal ve kültürel SİT alanları mevcuttur.
Bugün bütün bu ekolojik alanlar turizm ve/ya ekoturizm adına her türlü kullanıma açık durumdadır. Ve gittikçe artan oranda insan akınına uğramaktadır. Rize’nin turist sayısı gelişimine bakıldığında 2009 yılında 496 bin 546 iken, 2015 yılında bu sayı 690 bin 348 olarak yedi yıllık süreçte yüzde 39 artış göstermiştir. Ekolojik değeri bu kadar önemli Fırtına vadisine gelen toplam ziyaretçi sayısı 2006 yılında yaklaşık 600 bin civarında iken, 2011’de 1.2 milyon kişinin üzerinde olduğu hesaplanmıştır. Alana erişim sağlayan ziyaretçilerin sayısı belirli gün ve aylarda yoğunlaşarak vadideki taşıma kapasitesinin üzerine çıktığı, diğer günlerde veya aylarda yoğunluğun taşıma kapasitesinin altına düştüğü tespit edilmiştir. Örneğin, 2009 yılı festival döneminde sadece üç günde vadiye erişim yapan araç sayısı 29 bin, ziyaretçi sayısı 160 bin bir diğer ifadeyle vadiye 2009 yılında erişim yapan toplam ziyaretçinin yüzde 16’sı üç günlük festival döneminde alana erişim sağlamıştır. Yine 2011 yılı Ramazan bayramı döneminde bayramın ikinci günü alana giriş yapan araç sayısı yaklaşık 10 bin, ziyaretçi sayısı yaklaşık 30 bin kişi civarında olduğu hesaplanmıştır.
Bazıları için hiçbir önemi olmayan çimlerde, her taraftaki ağaçların altında gelişi güzel dolaşmak, piknik yapmak, kamp kurmak vb. sonucu erozyon, gürültü kirliliği, flora ve faunanın tahrip edilmesi, katı atık ve çöp sorunu gibi pek çok çevresel sorunlar oluşmaktadır. Ekolojik değeri yüksek bu alanlarda ziyaretçi yoğunluğunun artması ile birlikte toprakta bulunan bitkiler için yarayışı su, toplam gözeneklilik, geçirgenlik, kümülative infiltrasyon, toprak organik maddesi değerlerinin azalmasına; hacim ağırlığı, solma noktasındaki nem ve toprak sıkışmasının artmasına neden olmaktadır. Yüksek vd. tarafından yapılan bir çalışmada Fırtına vadisi içindeki Ayder turizm merkezinde ziyaretçi trafiğinin taşıma kapasitesinin çok üzerinde olduğu ve bunun özel günlerde alarm seviyesine ulaştığı ifade edilmektedir.
Turizm alanlarında yürütülen regreasyonel faaliyetler, toprakların fiziksel ve hidrofiziksel özellikleri üzerinde tahrip edici olumsuz etkilere sahiptir. Ziyaretçilerin ekosistem üzerindeki farklı hareketleri (dolaşma, çim kayağı, horon, vb) sonucu toprak özellikleri yanı sıra vejetasyon örtüsünde ve yaban hayatı üzerinde de çeşitli şekilde tahribatlara neden olduğu pek çok araştırmacı tarafından ifade edilmektedir. Turizm alanlarındaki çeşitli regreasyonel faaliyetlerinin neden olduğu bir diğer önemli sorun bitki örtüsünün farklı oranlarda tahrip olmasıdır. Keza ziyaretçi trafik yoğunluğu artışı ile bitki örtüsünün tahrip olması arasında pozitif yönlü güçlü bir ilişki olduğu ortaya konulmuştur.
Kalkınma mı iklim krizi mi?
(Eko)Turizm faaliyetlerinin meşrulaştırılması için öne sürülen istihdam sağlanması, kalkınma, gelir düzeyinde artış vb. argümanların hepsi ekonomik bakış açısını yansıtır. Bu argümanların hiçbiri, çözümü aranan, geçim sıkıntısı, göç gibi sorunların nedenlerini açıklamadığı gibi, bu hedeflerin gerçekleştiği durumda da herkesin eşit oranda pay alacağı yanılsamasını yaratmaktadır.
(Eko)turizmi meşrulaştırmak için ileri sürülen, üretilen yerel ürünlerin turistlere satılması yoluyla gelir yaratılması ise pratikte turizm faaliyetlerinin çoğalması ve bölgeyi ziyaret eden turist sayısı arttıkça yerel üretimi ters oranda etkilenmektedir. Yaylalar ve vadiler insanlar tarafından işgal edildikçe hayvancılık, arıcılık gibi yerel faaliyetler olumsuz etkilenmektedir. Çevresel kirlenme, ürünlerin de ekolojik değerini düşürmektedir.
Peki ekonomi/kalkınma ile ekoloji arasındaki bu çelişkiyi aşmak ya da en azından ekonomik sorunlara başka çareler üreterek ekolojik tahribatın önüne geçmek mümkün değil mi? Elbette mümkün. Sadece bakış açımızı oldukça değiştirmemiz gerekiyor.
Bu noktada düşünmemiz gereken, bugünümüzü kurtaran kalkınmacı çözümler küresel iklim krizinin yaratacağı maliyetler ve yıkımlar karşısında ne anlama gelmektedir?
Eğer, iklim krizinin tahribatı ve onun yaratacağı adaletsizliklerin giderilmesi daha büyük bir bedele neden olacaksa, ekolojik değeri yüksek yerlerin korunmasını kalkınma carilerine tercih etmez miyiz? Ve bu bölgelerde yaşayan halkın geçim sorunlarının çözümü için gerekli maliyeti hepimiz üstlenmez miyiz?
İklim krizinin Türkiye’ye etkisi de oldukça ağır olacağı tahmin ediliyor. İklim değişikliğinin Türkiye’ye etkisi konulu raporlarda 2050 gibi yakın bir zamana kadar diğer bütün bölgelerde çölleşme, su sıkıntısı gibi sorunlara neden olurken, Karadeniz’de de yağış rejiminde istikrarsızlaşma gibi sonuçlarla karşı karşıya geleceğimizin altı çizilmektedir. Türkiye, iklim değişikliğinin özellikle, uzun süreli şiddetli kuraklıklar ve su kaynaklarının zayıflaması (genel olarak kuraklaşma), sıcaklıkların artması, orman yangınları, erozyon, çölleşme, deniz düzeyinin yükselmesi, şiddetli hava olayları ve bunlara bağlı ekolojik bozulmalar gibi olumsuz sonuçlarından etkilenebilecektir.
Ayrıca Türkiye’de ısı dalgalarında gözlenen artış nedeniyle ortaya çıkan ölümlerde ve vektör dağılımına bağlı olarak bazı bulaşıcı hastalıklarda artma beklenmektedir. Ülkede yaşanan doğal afetler (fırtınalar, şiddetli yağışlar, seller, taşkınlar ve benzeri), su ile bulaşan hastalıklarda artışa yol açmıştır. Artan çevresel afetler sonucunda çevresel göçmenlerin artması, su ve besin kaynaklarının azalmasıyla ilişkili beslenme bozuklukları ve su kaynaklı hastalıkların artması, gelecekte Türkiye için önemli halk sağlığı sorunlarından olacaktır. Ayrıca deniz düzeyinin yükselmesi sonucunda kıyısal yaşam ortamlarının bozulması ve daralması, biyolojik çeşitliliğin zayıflaması ile kıyı yakını yeraltı suyunun tuzlanması, karşılaşacağımız önemli sorunlardandır.
Ekonomi değil ekoloji
Bu tablo bize, alelade bir zamanda ve ortamda kalkınma, turizm vb. tartışması yapmadığımızı, çok yakın bir gelecekte, bu yazıyı okuyan bir çoğumuzun karşı karşıya geleceği bir durumda olduğumuzu yeterince duyumsatmaktadır, dilerim.
Dolayısıyla çok yakın bir tehlike olarak, iklim krizi koşullarında, ekolojik değeri yüksek alanlardaki ekonomik faaliyetlere nasıl bir sınırlama getirilmesi, koruma kriterleri ne olmalıdır? Bu alanlarda yaşayan insanların geçim sorunları nasıl çözülmelidir?
Bu sorulara çok ayrıntılı cevaplar üretmek kolay değildir. Fakat anahtar olması açısından, son dönemde küresel olarak farklı açılardan tartışılan “temel yurttaş geliri”, “vatandaşlık geliri” gibi önermelerin bu bağlamda yeniden ele alınabilir. Bu bağlamda, ekoloji hareketinin, ekolojik değeri yüksek alanlarda yaşayan yerlilerin geçim sorunlarının çözümü için bu ekolojik alanların piyasalaştırılmasını ve dolayısıyla tahribini sağlayan kalkınmacı araçların hepsi rafa kaldırılarak, bu yerlilere “temel yurttaş geliri” desteği verilmeli talebini gündemine almasını öneriyorum.
* Bu yazıda daha önce ekoturizm, kalkınma ve ekoloji üzerine yazdığım şu yazıdan yararlandım. “Ekoloji Siyaseti Adına Temel Bir Hak Olarak Vatandaşlık Gelirini Savunmak”, https://medium.com/@biryasam/ekoloji-siyaseti-ad%C4%B1na-db579b3142ee