Yakup Okumuşoğlu: Hukuk bir lütuf olarak sunulduğundan HES’ler sürüyor

HES mücadelelerinin simge ismi Yakup Okumuşoğlu kendisine çokça umut bağlanan HES mücadelelerinin hukuki başarılara paralel geliştiğini belirterek hukukun devlet tarafından önü kapanınca mücadelenin de cılız bir konuma geldiğini ifade ediyor.

Yakup Okumuşoğlu denilince akla genelde HES’ler gelir, ismi adeta HES mücadeleleri ile özdeşleşmiş bir yaşam savunucusu ve doğa avukatıdır. Okumuşoğlu, bugüne dek doğayı savunmak için birçok dava açtı, bunların çoğu kazanıldı ama iktidarlar hukuku uygulamadı, yasalar birçok kez delindi. Nedenini sorduğumuzda, “Hukuk tabandan gelen ihtiyaçların yasa yapıcılar tarafından önemsenip de hukuk yaratması şeklinde değil üstten bir lütuf olarak sunulduğundan eğilip bükülebiliyor” diyor. HES mücadeleleri bu ülkenin ilk kez tabandan, doğa ile hayatı iç içe olan köylüler üzerinden yürüdüğünden birçok kişi de, “Tamam Türkiye de artık doğa için mücadele tabandan yürüyecek ve bu kendi siyasi oluşumunu yaratarak, bizdeki yeşiller hareketi de köylü tabanlı bir siyasi parti olacak böylece de doğa koruma hareketi siyaseten de güçlü ve dikkate alınan bir siyasi yapı olacak” şeklinde değerlendirmelere konu olmuştur. Ama bu mücadelelerin içinden gelen bir hukuk adamı olarak Okumuşoğlu, sürecin hukuk alanında sonuç alındıkça değiştiğini, hukukun önünün tıkanması ile umutların da solmasının söz konusu olduğunu belirtiyor.

Ülkemizde bir HES mücadeleleri süreci yaşandı. Enerji olarak çok az bir katkısı olacak bu nehir santralleri suyun üzerinde egemenlik kurmak gibi… Siz bu mücadelenin içinde oldunuz, çeşitli davalar açtınız ama bu davalar caydırıcı olmaktan çıkmış durumda. Öncelikle sormak istiyoruz hukuki mücadele neden sonuç vermiyor, sorun mahkemelerde mi, üst mahkemelerde mi yoksa siyasetin hukuku hiçe saymasında mı?

Türkiye’de hukuk, tabandan gelen ihtiyaçların yasa yapıcılar tarafından önemsenip yaratılması ile değil üstten ‘lütuf’ olarak sunulduğundan kolaylıkla eğip bükülebiliyor. Benim görüşüme göre hukuka saygı göstermek, hukuk devleti olmak kavramları bizzat onu yapanlar ve hatta uygulayanlar tarafından içselleştirilebilmiş değil. Hukuk okur yazarlığı da toplumda çok az olduğundan hukukun evrensel ilkeleri sahipsiz. Yargının bağımsızlığı kavramı, hâkimlik teminatları da sadece kâğıt üzerinde kalmış gözüküyor. Durum böyle olunca da hukuk, özgül ağırlığı çok olan tarafa doğru herhangi bir müdahale olmasa bile kendiliğinden eğilip bükülebiliyor. Bükülmüş hukuk ise doğru sonucu vermediği gibi ara sıra verdiği doğru kararlar dahi yumuşak, soyut ve dolambaçlı hukuk yollarında kolaylıkla kaybediliyor. Böyle olunca da yargı süreçlerinden çözüm olacak bir sonuç almak artık pek mümkün olamıyor.

Hukuk mücadelesi yanında siyasi mücadele de bir dönem ekoloji hareketinin HES mücadeleleri üzerinden yürüyeceği umudunu doğurmuştu ama şimdilerde bu mücadelenin de dinamizmini kaybetmiş görünmesinin nedeni ne?

Çevre mücadeleleri, araya mahkemeleri/hukuku sokmak sureti ile ve sürecin takibi şeklinde yumuşak homojen bir muhalefet olarak yürüdü. Hukuktan sonuç aldıkça gelişti. Bu arada mahkeme sonuçlarına endeksli yürüyen çevre mücadeleleri çevre hareketinin dinamiğini ve söz söyleme alanını daralttı. Kendi üretebileceği bir dil yerine mahkeme kararının dilini konuştu. Mahkeme kararı aleyhe olduğunda söyleyecek sözü kalmadı, yargı yolu dışında başka bir argümanı ve dili üretemediğinden neticede yargı tersine döndüğünde çevre hareketlerinin de söyleyecek başka bir sözü yoktu. Çevre hakkı üzerinden muhalefetin dindiğini düşünmüyorum ama yargının etkisizleşmesi ile yargıya endeksli çevre hareketlerinin dinamizmi de görünür olmaktan çıktı.

HES süreçlerinde insanların anlam vermekte zorlandığı şey şu oldu: HES’lere karşı direniş sergilenen birçok yerde AK Parti oyları düşmedi, hatta bazı yerlerde yükseldi bile… Bu sürecin içinde bulunan birisi olarak sizce HES mağdurları kendilerini mağdur eden iktidara neden fatura kesmedi? Bunda HES hareketi içinde olanların siyasi farkları Karadeniz’in değişen siyasi manzarası da etkili oldu mu?

HES’ler, toplumun büyük kesimlerinin yaşadığı kentlerde inşa edilmiyor. Kentlerden uzak, köy yerleşim alanlarında eğilip bükülen bir hukuk yüzünden HES’ler inşa ediliyor. Kentle köy arasında göç olgusu ile başlayarak her geçen yıl bağlar zayıflıyor. Kentliler, kentin zorlukları içinde yüzlerce kilometre ötedeki köylerinde olan bitenle değil, ertesi gün evine götüreceği ekmekle daha çok ilgililer. Elbette bütünü ile köylerinde olan bitene duyarsız değiller ama doğrudan mücadelenin içinde de olamıyorlar. Köylerin nüfusu az, verdikleri oylar genele etki edemiyor, kentlerde yaşayanlar da devasa kent nüfusu içinde belirgin bir siyasal fark yaratamıyor. Diğer taraftan insanlar köylerinde kurulacak HES ile siyasi iktidar arasında nasıl bir bağ olduğunu da anlayamıyor. Diğer bir yanı da şu; çevre mücadelesinin siyaset üstü olduğuna dair sistemin ürettiği kavramlar da maalesef konuyu ve tarafları belirsizleştiriyor. İnsanlar, inanmaya eğilimliler. Bu eğilim de siyasal erk tarafından kolaylıkla manipüle edilebiliyor. Literatürde toplumsal davranış biçimlerini, insan davranış biçimlerini açıklayan çeşitli kavramlar var.

“Su krizi” gerekçe gösterilip Türkiye’nin kendi suyuna sahip olmaz ise uzun vadede susuzluk çekeceği söylendi ve ardından ‘su akacak Türk bakmayacak’ denerek HES’ler meşrulaştırıldı. Sizce HES’ler su meselesini çözüyor mu, köylüye tarım için gereken suyu üstelik de daha akılcı kullanım anlamında fırsat veriyor mu? Yoksa su krizi bahane edilerek su kaynakları özelleştirilmiş mi oldu?

Su krizi diye bir kriz olduğunu düşünmüyorum. Suyun paylaşım sorunu var. Suyun; içme suyu, kullanma suyu, endüstriyel kullananlar, tarımsal sulamada kullananlar şeklinde paylaşanları var. Suyu en çok kullananlar ise endüstriyel kullanıcılar. Bir insanın tüm hayatı boyunca tüketemeyeceği kadar su miktarının tek bir araba için tüketildiğini bildiğimizde “su krizi” diye dile getirilen kavramın neden dile dolandığını anlamak mümkün oluyor. Su krizi suyu insandan, doğadan çalmanın vitrinidir. Dünya Bankası, ürettiği bu vitrin üzerinden tüm ülkelere suyun kamu varlığı olmaktan çıkartılmasını öneren politikalar dayatıyor. Türkiye’nin bu önermeye cevabı; enerji ihtiyacı söylemi üzerinden HES’ler yolu ile tarımsal sulama adı ile sulama birlikleri üzerinden üstü örtülü bir özelleştirme yolunu bulmak oldu. Bolivya’da açıktan yapılan özelleştirme ile sermayenin yaşadığı hüsran sonrası bu politika ülkemizde özelleştirme değil ama suyun kullanma hakkı olarak paketlendi.

Türkiye’de yürüyen çevre mücadelesi, iktidarın zeytinliklerden ormanlara köylülerin hayat kaynaklarına müdahale etmesine rağmen bunlardan negatif bir biçimde etkilenen köylülerle gerekli iletişimi kuramadı. Bunun nedeni ne, sorun köylülerin rahatsızlıklarını siyasi bir değişimle birleştiremeyişi mi yoksa çevre hareketinin köylülerle bir dil tutturamaması mı?

“Çevrecilik”; toplumda anlaşıldığı gibi “çiçek, böcek” hareketi ya da plajdan çöp toplama faaliyeti değil. Ama tecrübe ettiğimiz çevre hareketleri, mücadele alanlarının koşulları ve beslendiği toplumun karakteri ile ideolojik temelleri olan mücadeleler de olmadı. Türkiye’de genel olarak çevre hareketinin beslendiği alanlarda fiili mücadelenin siyasal bir dili de yok. Köy mücadele alanlarında köylüler, başlarına gelen felaketi savuşturma dışında başka bir amaçla da mücadele etmezler. Diğer yandan mücadeleler emek mücadelesi olarak da görülemez çünkü göç olgusu ile boşalan köylerde üretim de nerede ise bitmiş durumda. Köyler, son 15-20 yıldır emekliliğin huzur içinde geçirileceği yerler olarak görülüyor. Diğer yandan her bir kanaldan ciddi bir “kalkınma”, “ilerleme”, “yatırım” propagandası etkisi var. Böyle olunca köy mücadele alanlarında çevre mücadelelerinde karşı çıkışın temelleri köylünün huzurunun kaçmasından, yabancının köye gelmesinden ya da köyünü başkası ile paylaşmama, ya da planlanan faaliyetin kendilerine ne yararı olacağı veya dedesinin emek verdiği bağın bahçenin elinden gideceği üzerinden ve neticede “kalkınma olsun ama kendi köylerinde olmasın” cümlesi ile ifade edilebilecek bir temele sıkışarak yürüdü. Böyle olunca da çevre mücadeleleri olumlu ya da olumsuz netice alınana kadar süren anlık parlamalar şeklinde sürüp gitti. Mücadeleler bu temelde sıkıştığından toplumsallaşamayan, bunun koşullarını nadiren içinde barındıran mücadeleler olarak kendi içinde yerelde kaldı. Çevre hareketine dair bir dilin oluşabilmesi de zaman alan bir süreç. Bu koşullarda, yanıp sönen, devamlılığı olmayan, toplumun geniş kesiminin ilgi göstermediği, gösterse bile mücadele alanında bunun hissedilmediği bir süreçte yeterince ortaklaşan bir dil de kurulamadı. Aynı sebeplerden çevre hareketleri en azından köyler bazında siyasallaşamadı. Belki çevre mücadelesi içinde olanların siyasal bakışında farklılıklar oldu ama toplumsallaşmayan mücadeleler nedeni ile bu değişimler genele sirayet etmedi.

Çevre Hareketleri Avukatları ile ilişkiniz nasıl oldu? Barolardaki çevre komisyonları doğa koruma mücadelesine bir katkı sağlayabildi mi? Yoksa hukukun işlevsizleşmesi barolardaki komisyonları etkisiz mi bırakıyor?

1998 yılından beri pek çok çevre hareketinde avukat olarak yer aldım. Süreç içinde pek çok meslektaş ile beraber çalıştık. İzmir’de Bergama süreci ile belirginleşen, “Çevre Hareketleri Avukatları” ile başlayan dirsek teması, ülkenin dört bir yanında çevre mücadelelerinin içinde olan avukatların bir araya geldiği Çevre ve Ekoloji Avukatları Gurubu ile devam ederken baroların Çevre Komisyonları da baro yönetimlerinin verdiği destek kadar sürecin içinde oldu. Ancak baroların dava açabilmek için ön şartlardan biri olan dava ehliyeti, Danıştay’ın verdiği kararlarla yok sayılınca baroların pek çok alanda etkin olabilecekleri ve kamu menfaatini içinde barındıran çevre davalarında yer alabilmelerinin önü kapandı. Ehliyet tartışması hukuksal zeminde hâlen devam etmekte ise de baroların ehliyetinin tartışmaya açılmasından sonra baroların çevre davalarında hissettirebilecekleri ve bizim için önemli bir kurumsal destekten çevre hareketleri yoksun kaldı. Bergama süreçlerinde İzmir Barosu’nun açtığı davalar, desteklediği davalar Türkiye’de ki çevre hukuku külliyatının başlangıcı sayılabilir. Bu nedenlerle açıkça yasal gerekçelere, önceki yüksek yargı içtihatlarına aykırı olarak verilen baroların menfaat yokluğuna dair kararlardan geri dönüşü sağlayacak argümanlarımızı hemen her davada konu ediyoruz. Kamunun tamamını ilgilendiren; havanın suyun toprağın kirlenmesini tartışan çevre davalarında konunun özü yaşam hakkıdır. Yaşam hakkı gibi çekirdek bir temel hakkın korunması eğer hukuku uygulatma görevi olan barolarda olmayacaksa, hukukun uygulayıcısı, uygulamayı denetleyeni kim olacaktır sorusu cevapsız kalmaktadır. Küresel iklim değişiminden bağımsız olarak düşünülemeyecek çevre davalarına konu edilen her durum aynı zamanda gezegenin doğrudan kendisini ilgilendirdiğinden herkesi ilgilendirir. Kurumlar insanlar için var. İnsanların belli ihtiyaçları için var. Barolar da hem içindeki avukatların haklarını, hem bu hakkın dayandığı hukukun uygulatılması noktasındaki sorumluluğundan dolayı bu davaları açmakta tartışmasız hak sahibidirler. Anayasa’da ‘Çevre Hakkı’nı düzenleyen 56’ncı madde “Herkes” diye başlar. Bu hakkın korunmasında hem devlet, hem vatandaş ödevli tutulmuştur. Barolar, hem meslek örgütü olduğundan mesleği yapanların çevre hakkını korumalıdır, hem de her eylem ile hem kentlerin ve kırsal yaşamın, hem gezegenin sağlıklı yaşam koşullarını ortadan kaldıran uygulama ve eylemelerde hakkın arayıcısıdır. Ama bu hak arama hürriyetini ne yazık ki yüksek yargı bir süredir tanımıyor. Bu sebeple de baroların çevre davalarında etkinliği elinden alınmış durumdadır. Doğal olarak çevre komisyonları da bu şartlarda kendi çabaları ile mücadele içinde yer almaya çabalıyor.

Söyleşi: Dilaver Demirdağ
Duvar – 28.01.2019

Diğer Yazılar